Jürgen Klopp 2008 yılında BVB’nin başına geçtiğinde
Alman olmayan futbol takipçilerine “çılgın profesör” görüntüsünden
başka bir izlenim vermemiştir sanırım. En azından o dönemler sarı Ruhr kulübünü
henüz takip etmeye ve ilgi çekici bulmaya başladığımdan benim için durum böyleydi.
Aslına bakarsanız, -herkesçe malum- geçirdikleri iktisadi bunalım sonrası
küçülen hedeflerle pek de başarısız olacağını düşünmüyordum, zira nereden
bakarsanız bakın Dortmund takımı kendisine en azından Bundesliga’da orta
sıralara tutunmasına katkıda bulunacak başarılı bir geçmişe ve köklü bir
taraftar geleneği ile destek kitlesine sahip. Özellikle “Sarı Duvar” namını
kazanan taraftarları takımlarına olan tutkularıyla ünlü ve Jürgen Klopp tam da
bu tutkuyu sahaya indirmiş görünüyor.

Jürgen Klopp’un iki senelik ilk dönemine bakıldığında aslında yukarıda yazdığımız beklentileri karşılamış gözüküyor. İkinci sezonunda takımını Bundesliga’da 5. sıraya taşıyıp Avrupa turnuvalarına bilet almasına rağmen Klopp’a ve daha da önemlisi “Prusya” ekibinin yönetim kuruluna göre takım ve teknik direktör potansiyelini henüz yansıtmamıştı ve asıl çıkış ve yapılanma işte bu sezondan sonra başladı. Üçüncü sezona başlarken Nuri Şahin kaptanlardan biri yapılarak saha içi liderlik görevi Türk oyuncuya verildi. Nuri Şahin’in sezon sonunda Real Madrid için Kuzey Ren-Vestfalya’yı terk etmesi bile Borussia Dortmund’un çıkışını dizginlemedi ve daha da önemlisi ise bu yapılanmanın ve sistemin oyuncunun ve/veya oyuncuların bireysel yetenek ve icralarına bağımlı olmadığını gösterdi. 2010-2011 sezonunun Bundesliga takipçilerine gösterdiği bir başka gerçek ise Jürgen Klopp’un başarısının gelip-geçici veya tesadüf olmadığıydı, çünkü şampiyonluk yarışı kopana kadar BVB’nin en büyük rakibi Jürgen Klopp’un eski takımı sınırlı bütçesiyle Mainz idi.
Peki Jürgen Klopp Dortmundlu oyunculara nasıl bir futbol oynatıyor? Tamamen kendi ifadeleriyle açıklayacak olursak “oyun kuralları dahilinde hırslı ve saldırgan bir futbol.” Bu sadece Klopp’un benimsediği oyun felsefesi, ancak elbette dile kolay. Biraz teknik ayrıntı vermek gerektiğinde ise karşımıza Avrupa’nın son 10 yılına damgasını vuran Barcelona ile 20. Yüzyılın en başarılı futbol takımı Real Madrid’in oyun anlayışının harmanlandığını söyleyebiliriz. Tabi ki de ikisinin de sadece en iyi oldukları alınarak…
Bir çok kişi Barcelona’yı bol gollü
galibiyetlerinden dolayı hücumcu bir takım olarak ele alır ancak Barcelona’nın
sahada öncelik verdiği şey basittir; topa kaybedilen alanda ani baskı yapmak.
Bunun nedeni elbette ki topun değerini bilmelerinden kaynaklanıyor ve işin
aslına bakarsanız bu defansif bir anlayıştır, çünkü temelinde topa sahip
olunduğu sürece gol yenmeyeceği anlayışı yatar. Hücumda ise alabildiğine
sıkıcı, yavaş ve yine topa sahip olmaya fazla değer vermekten gelen bir
titizlikle pas yapmak vardır. Yani Barcelona’nın bol gollü galibiyetleri ve
şâşâlı zaferleri aslında oyuncu yeteneklerinden kaynaklanır denilebilir. Rakip
savunma ne kadar önlem alırsa alsın, kilidi açacak bir yıldız oyuncuları
mutlaka olmuştur.
Jürgen Klopp’un tasarladığı makinenin farkı ise bu
anlayış ayrımında kendini belli ediyor. “Oyun kuralları dahilinde hırslı ve
saldırgan futbol” sadece alan daraltma ve ani yoğun pres ile ortaya
konulabilecek bir şey değil. Dahası, oyunun hücum bölümüde fark yaratmak için
gerekli olan bireysel yetenekler söz konusu olduğunda Borussia Dortmund’un
imkanları belli. İşte burada sözünü ettiğimiz “bireysel yetenek ve icralara
dayalı olmama” durumu gözümüze çarpıyor. Borussia Dortmund, top rakipteyken
“Barcelonavari” bir kararlılıkla alan daraltıp baskı yapıyor ve hücumda ise
dünyanın en başarılı takımı Real Madrid iştahında ve hızla rakip kaleye iniyor.
Jürgen Klopp’a göre rakip kaleye en tehlikeli
şekilde inmenin en kolay olduğu zaman topu kaptıktan sonraki “8 saniye”[1],
tıpkı topu kazanmanın en kolay olduğu zamanın topu kaybettikten sonraki 6
saniye olduğu gibi.[2] Çünkü topu kazanıp rakip savunmaya pozisyon alma ve
yerleşme izni verildiğinde kilidi açacak Xavi, Iniesta veya Messi gibi
oyunculara her takım sahip olamayabilir. Yıldızlar olmasa da buna karşılık bu
sistemde şaşırtıcı ve heyecan verici olan ise savunma düzeninden hücum
yerleşimine anî geçiş. İlk bakışta kulağa “kontratak futbol” gibi gelse de
Almanlar buna “vites yükseltme futbolu” diyor ve bu yetenekten ziyade oyun
görüşü ve pozisyon bilgisiyle ilgili. Fakat işte beraber ve çok çalışmayla her
oyuncu bu “makine”ye uyum sağlayabilir ve parlayabilir. Nitekim, yinelediğim
“oyunculara dayalı olmama” durumuyla bu gerçek paralellik gösteriyor. Futbolcular
Dortmund’a geliyor, Dortmund’tan futbolcular geçiyor ama yükselen çizgisiyle
BVB gerçeği değişmiyor.
Nuri, Zidane, Barrios, Götze vs, ve son olarak Lewandowski’nin
ayrılacağının konuşulduğunu göz önünde bulundurursak Klopp’u yine zor bir görev
bekliyor; oluşturduğu makineye yeni dişliler bulmak. Bununla beraber Kloppo
kendinden emin; “Yeni bir takım inşa ediyoruz. Yeni bir baskı makinesi. İlk
sezonumuz gayet iyiydi ama mükemmel gitmedi. Oyunumuzu yukarı taşıdık. Yeni
sezonda yine Şampiyonlar Ligi’ne kalmak istiyoruz. Kolay olmayacak. Çünkü
herkes doğru mücadele etmeli”[3]
Borussia Dortmund bu hedefler kapsamında ilk
transferini de Werder Bremen’den Sokratis Papastathopoulos’u kadrosuna katarak
yaptı bile. Klopp’un tabiriyle “Lewandowski tiyatrosu da yakında biter”.[4] Bu
durumda BVB Götze ve Lewa’nın boşluğunu doldurabilecek mi? Bana kalırsa Jürgen
Klopp nasıl ki önceden Nuri Şahin’in yerini İlkay Gündoğan ile ve Lucas
Barrios’un yerini Lewandowski ile doldurduysa, bu iki oyuncunun da yerini
doldurabilecek potansiyelde oyunculara sahip. Özellikle Julian Schieber, Moritz Leitner ve Leonardo
Bittencourt’un saha içindeki üstlendikleri görevleri isabetli olursa Dortmund
masalının bir sene daha devam etmemesi için hiçbir sebep yok. Ancak Avrupa’nın
özellikle yüksek bütçeli ve dev takımları motivasyon uzmanı ve İngilizce’ye
hakim Jürgen Klopp’un peşini bırakır mı orasını zaman gösterecek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder